Kur'an Muhammed'in sağlığında yazılı hale getirilmemiş, tevatür yolu ile muhafaza edilmiştir. Tevatür yoluyla nakil ve nakledilenlerin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Ebu Bekir'in halifeliği sırasında Kur'an toplanırken tevatür derecesini bulmayan, Abdullah b. Mesud'un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Örneğin "Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir." (Maide, 5/89) âyetinin devamındaki "mütetâbiat" (peşpeşe) ilavesi Kur'an'a eklenmemiştir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili: "Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür." (Bakara, 2/233) âyetindeki mirasçı hakkında "zi'r-rahimil-mahrem" (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur'an'dan sayılmaz.
Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Muhammed'den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin kefâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan kıraatler ne Kur'ân ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz. [9]
İslam'a göre Kur'ân yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir: "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiyâ, 21/107). Bu özelliği Kur'ân'ın i'caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir.